20 Ocak 2011 Perşembe

Lorenzo' s Oil (1992)

Hatırlıyorum da, ufak bir çocukken zayıf bir bünyem vardı ve sık sık hasta olur ateşlenirdim. Sabahtan akşama kadar sokakta oynamanın doğal bir sonucuydu bu. Küçükken hastalıklarım oldukça ağır olurdu. Adeta üzerimden kamyon geçmiş gibi yatakta yatardım. Kimi zamanlar ateşim o kadar yükselirdi ki, kapattığımda gözlerimden alevler fışkırdığını hissederdim. Her zaman olduğu gibi beni yine kendime getirme görevi zavallı cefakar anneciğimin olurdu. Çok net hatırlıyorum. Hemen sirkeli su hazırlar, içine buzlar atar ve iki de el bezi kapıp yatağın kenarına oturuverirdi. Belki saatlerce hiç ara vermeden alnıma, boynuma ve eklem yerlerime soğuk sirkeli su ile müdahale eder ateşimi düşürmeye çalışırdı. O başımda beklerken ben arada uyuya kalırdım. Gözümü açtığımda hala onu başımda beklerken görmek sanırım tarifi zor bir duygu olsa gerek.

Sanki kadınların ensesinde minik bir düğme varmış da çocukları olduktan sonra o düğmeye basılıp "anne" moduna alınıyorlarmış gibi bir durum var. Ben bu duruma bir türlü akıl sır erdiremiyorum. Hamile kalan kadınların bütün vücut sistemi değişikliğe maruz kalıyor ve hormonel dengeleri bir daha asla eskisi gibi olmamak üzere tamamen değişiyor. Bütün bu sürecin sonunda ise ortaya gerçekten dünyanın en kutsal mesleğini icra eden insan çıkıyor. Anne! Hiç bir karşılık beklemeden yavrularına hayatları pahasına sahip çıkan, kollayan, besleyen, bakan ve büyüten kanatsız meleklerdir anneler. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak öyle bir anne düşünün ki, ellerinin arasından kayıp giden ufacık oğlunu bırakmayı reddediyor, tıpkı Lorenzo' s Oil (1992) de olduğu gibi.

Lorenzo' s Oil (1992)

Augusto Odone (Nick Nolte) ve Michaela Odone (Susan Sarandon) çiftinin henüz beş yaşında olan oğulları Lorenzo bir rahatsızlığa işaret eden çeşitli belirtiler göstermeye başlar. Oğullarını çocuk hastanesine götüren Odone çifti korkunç gerçeği doktorlardan öğrenir. Lorenzo, tıp literatüründe çok az rastlanan ölümcül ALD hastalığına sahiptir ve yaklaşık iki senelik ömrü kalmıştır. Konulan teşhise rağmen Odone çifti durumu kabullenmeyi reddederler ve kendilerini biricik oğullarını kurtarmaya adarlar. İçerisine girdikleri bu amansız mücadele; evliliklerini, inançlarının derinliklerini ve geleneksel ilaçlara olan bağlılıklarını test edecektir.

George Miller

Lorenzo Michael Murphy Odone' nin gerçek hayatından esinlenerek, fantastik filmlerin usta yönetmeni, George Miller tarafından hem yazılıp hem yönetilen Lorenzo' s Oil dram türünde oldukça başarılı bir film olarak karşımıza çıkıyor. George Miller esasen fantastik filmlerin yönetmeni olarak bilinmektedir. Örnek vermek gerekirse; geleceğin Avustralya' sında geçen ve bir motor çetesini konu alan Mad Max serisinin yönetmenliğini üstlenmiştir. Buna ilaveten yönetmenin, Lorenzo' s Oil hariç, diğer bütün filmleri de fantastik türündedir. Bu film George' un ilk ve tek yönettiği dram türünde film olma özelliğini taşıyor. Burada ufak bir parantez açıp, ilk kez dram yöneten bir yönetmen için oldukça başarılı bir film ortaya çıkarmış demek istiyorum.

Lorenzo' s Oil (1992) - Nick Nolte, Susan Sarandon ve Zack O'Malley Greenburg

George' un kusursuz senaryosu, çekim tarzı ve kurgu ekibinin de başarılı dokunuşu sayesinde ortaya izleyiciyi oyalamadan konuya giriş yapan ve daha henüz beşinci dakikada sizi rahatlıkla hikayenin akışına dahil eden bir yapım çıkmış. Filmin hikayesi ile kurgusu olması gerektiği gibi bir bütün halinde ilerliyor. Bu bütünlük sayesinde başından sonuna kadar filmden kopmuyorsunuz ve duygusallığı tam anlamıyla yaşayabiliyorsunuz. George' un filme kattığı bir diğer özellik ise detay çekimlerde saklı. Hikayenin kırılma noktaları ve duyguların yoğunlaştığı bölümlerde, objektifini karakterlerin yakın plan detay çekimleri için de kullanarak, zaten doruk noktaya ulaşan duygusallığı bir adım daha öteye taşımayı başarıyor. Ünlü yönetmenin adından bahsettiren diğer filmleri arasında; az önce bahsettiğim Mad Max üçlemesi ve şirin penguenlerin üç boyutlu macerasını anlatan Happy Feet (2006) yer almakta. 

Lorenzo' s Oil (1992)

Filmde baba Augusto Odone rolünü ünlü aktör Nick Nolte üstlenmiş. Odone soyadı İtalyan kökenli olmakla beraber Augusto da İtalyan asıllı bir Amerikalı. Bu hususta belirtmek isterim ki, Nick Nolte İngilizce'yi İtalyan aksanı ile kusursuz konuşarak inanılmaz bir başarıya imza atıyor. Aralara ufak İtalyanca kelimecikler serpiştirirken ve hatta bazen kendini kaybettiği anlarda tamamen İtalyanca' ya geçip içindekileri özgürce dökerken görüyoruz onu. İşini, kariyerini, evliliğini ve kendini hiçe sayarak oğlunun hastalığına çare arayan perişan bir baba. Aynı zamanda biricik eşi Michaela'nın da ellerinin arasından kayıp gitmesini engellemek için çaba gösteren bir eş. Nick Nolte için rahatlıkla yılların tecrübesini tüm mahareti ile sergilemiş diyebilirim. Filmin başındaki görünüşü ile sonundaki görünüşü arasında oldukça fark mevcut. Lorenzo'nun hastalığı ilerledikçe hem annenin hem de babanın çöktüğünü gözlemleyebiliyoruz. Başarılı oyuncunun diğer adından söz ettiren filmleri arasında, yine bir aile babasını oynadığı ancak bu sefer ailesini korkunç bir caninin elinden kurtarmaya çalıştığı Cape Fear (1991), 2. dünya savaşı sırasında Pasifik' te üst rütbeli bir askeri canlandırdığı The Thin Red Line (1998) ve baş rollerini Eddie Murphy ile paylaştığı unutulmaz polisiye film 48 Hrs. (1982) yer almakta. 

Lorenzo' s Oil (1992) - Nick Nolte

Lorenzo'nun annesi Michaela Odone rolünde ise karşımıza yılların deneyimli oyuncusu Susan Sarandon çıkıyor. Oğlunun trajik hastalığını öğrendikten sonra asla sonuçlarına katlanmayı kabullenmeyen, tıbbın ve doktorların çaresiz kaldığı bir konuda elini kolunu bağlayıp olacakları beklemeyi reddeden bir anneyi canlandırıyor Susan. Kütüphanelere gidiyor, okuyor, öğreniyor, doktorlar ile tartışıyor, aynı hastalıktan muzdarip diğer aileler ile bir araya geliyor ve sonunda sempozyumlar organize etmeye kadar varıyor annenin çabaları. Michaela, oğlunun hastalığı ilerledikçe hayattan kopmakta ve diğer insanlara karşı kırıcı ve hoşgörüsüz olmaktadır. Bu durum aynı zamanda Odone çiftinin evliliğini de tehlike altına almaktadır. Yemeden, içmeden ve doğru düzgün uyumadan Lorenzo ile ilgilenen Michaela, eşinin desteği sayesinde ayakta kalabilmektedir. Susan' ın en iyi performanslarından biri olarak hafızama kazınan bayan Odone rolü aynı zamanda Akademi Ödülleri'nde de en iyi kadın oyuncu dalında aday olarak gösterilmesini sağladı. Yaklaşık yüz adet filmde rol almış olan Susan'ın en bilinen filmleri arasında; Arkansas'lı iki kadının beraber atıldıkları macerayı anlatan Thelma & Louise (1991) ve idam sırasını bekleyen bir cinayet mahkumu kurtarmaya çalışan bir rahibeyi canlandırdığı Dead Man Walking (1995) yer almaktadır.

Lorenzo' s Oil (1992) - Susan Sarandon ve Zack O'Malley Greenburg

Bahsetmek istediğim bir diğer oyuncu ise, henüz bu filmde yıldızı parlamamış olan ancak ilerleyen senelerde Hollywood'da kendine bir yer edinmeyi başarmış olan Laura Linney. Filmin henüz ilk dakikalarında Lorenzo'nun ilkokul öğretmeni olarak karşımıza çıkan Laura oldukça genç ve güzel bir yetenek olduğunu gözler önüne sermekte. Genç oyuncunun yıldızının parlamasını sağlayan film ise, genç bir sigorta satıcısının bütün hayatının gerçekte bir televizyon programından ibaret olduğunu öğrenmesini konu alan The Truman Show (1998) olmuştur. Bu filmde Laura hatırlayacağınız gibi Truman'ın eşi rolündeydi.

Lorenzo' s Oil (1992) - Laura Linney

Filmin klasik ve kilise korosu tadındaki müziklerinin de oldukça başarılı olduğunu belirtmek istiyorum. Doğru sahnelerde giriş yapan müzikler filmin dramatik akışını bir basamak daha yukarıya taşıyarak, duygu yükünü biraz daha yoğunlaştırmış. Akıcı senaryosu ile de rahat bir izlenim sağlayan film, Akademi Ödülleri'nde en iyi senaryo kategorisinde aday olarak gösterilmişti. Yazımın sonuna gelirken biraz daha detaya inmek istiyorum.

Lorenzo' s Oil (1992) - Nick Nolte ve Susan Sarandon


En Sevdiğim Alıntı:


Michaela Odone:     Ok. Tell your brain to tell your arm to tell your hand to move your little finger. 

Lorenzo' s Oil (1992) - Nick Nolte


Detay Bilgi:

Bu bölümde filmi izlerken edindiğim bilgileri kullanarak sizlere ALD hastalığının ne olduğu ve sonuçları hakkında detaylı bilgi vermek istiyorum. Çok nadir rastlanan birkaç tür hastalık grubu mevcut. Bu nadir rastlanan hastalık gruplarından biri de lökodistrofi türü hastalıklardır. Lökodistrofi türü rahatsızlıklar, sinir sistemini ve beyni etkileyen rahatsızlıklara verilen genel addır. Lorenzo da bu türe ait hastalıklardan birine sahip ve bu hastalığa tıp dilinde ALD denilmekte. ALD doğuştan gelen bir metabolizma bozukluğudur. Bu bozukluk sonucu zamanla beyinde hasar meydana gelir. ALD sadece taşıyıcı gene sahip anne tarafından erkek çocuğa geçirilmek sureti ile etkin hale gelir. Sadece erkek çocuklara etki eden bir rahatsızlık olmakla beraber genellikle beş ila on yaşları arasında ortaya çıkmaktadır. Hastalığın ilerleyişi durdurulamamakta, ancak kaçınılmaz son sadece geciktirilebilmektedir. ALD teşhisi konulan erkek çocuklar genellikle iki sene içerisinde vefat etmektedir. Hastalığın en belirgin göstergesi, kanda oldukça yüksek oranda doymuş yağ zincirlerinin oluşmaya başlamasıdır. Kandaki bu doymuş yağ zincirleri beyine zarar vermektedir. Beyin hücreleri arasındaki miyelin adı verilen bağlara yapışarak, zamanla bu bağların eriyip yok olmasına sebep olmakta ve sinir hücreleri arasında oluşmuş olan miyelin bağları koptukça da beyin ve dolayısı ile tüm vücut temel fonksiyonlarını yitirmeye başlamaktadır. 

Beyin hücresi ve Miyelin örtüsü

Hastalığın ilk belirtileri hiperaktiviteye bağlı hırçınlık ve dikkat dağınıklığı gibi görünse de daha sonraki belirtilerin de eklenmesi ile aslında sorunun hiperaktivite ile ilgili olmadığı anlaşılmakta. ALD'nin orta safhalarında görme, duyma, konuşma, tat alma duyularının körelmesini takiben, denge kaybı ve hareket kabiliyetini yavaş yavaş yitirme semptomları ile karşı karşıya kalınıyor. Rahatsızlığın ileri bölümlerinde körlük, sağırlık, felç, kas kontrolünü yitirmeye bağlı olarak nefes borusuna salya kaçması sonucu geçirilen komalar gibi daha şiddetli semptomlar belirmeye başlıyor. Son safhada ise krizler ile birlikte tamamen yitirilen bilinç ve bitkisel hayatı takiben hastanın beyin ölümü gerçekleşmektedir. Günümüzde halen bu hastalığın kesin bir tedavisi olmamakla beraber 1984 senesinde Odone ailesinin araştırmaları sonucu bulunan Lorenzo'nun yağı formülü kullanılarak yapılan diyet sayesinde hastalığın ilerlemesi engellenebilmekte ancak hastalık ne yazık ki gerilememektedir. Hastalığın durdurulmasında en önemli etken erken teşhis olarak dikkate alınmalıdır.

Lorenzo' s Oil (1992) - Zack O'Malley Greenburg


Benzerlik:

Blogda daha önce filmin müziklerinin ne kadar başarılı olduğundan bahsetmiştim. Bu blogdaki benzerliğimiz de müzikler ile ilgili. Filmin hikayesi içerisinde bir kaç kere aşina olduğumuz bir klasik parça kulağımıza üflenir. Ünlü besteci Samuel Barber' in 1936 da bestelediği, yakın geçmişimizde de DJ Tiesto tarafından başarı ile coverlanan Adagio for Strings filme gerçekten anlam katmış ve duygusal sahnelerin çok daha etkileyici olmasını sağlamış. Tam da bu klasik parça ile duygularım yoğunlaşırken, başka bir filmde daha Adagio for Strings' i duyduğumu anımsadım. Samuel Barber' in kusursuz bestesi Lorenzo' s Oil filminin yanı sıra, genç çaylak bir askerin Vietnam Savaşı' nda başından geçenleri anlatan Platoon (1986) ve diğer birkaç filmde daha kullanılmıştı. Bu eşsiz klasiği anımsayamayan dostlar için aşağıda paylaşmayı uygun gördüm.



Dokundurmaca:

Filmde bayan Odone, Lorenzo' ya devamlı masal kitapları okumakta. Bu masal kitaplarından bir tanesi filmin sonlarına doğru diğerlerinden sıyrılıp ön plana çıkıyor. Hikayenin akışı hakkında önemli bir bilgi olduğu için detaylardan bahsetmiyorum. Susan' ın o an oğluna okuduğu, Benjamin Bunny'nin maceralarını anlatan The Complete Adventures of Peter Rabbit adlı 1984 basımı masal kitabıdır.

Lorenzo' s Oil (1992)

Henüz beş yaşındayken ALD teşhisi konulan ve doktorlar tarafından maksimum 24 ay yaşayacağı öngörülen, Lorenzo Michael Murphy Odone 30 Mayıs 2008 tarihinde, otuzuncu doğum gününü kutladıktan bir gün sonra vefat etti. Sıvı yiyecek ile beslenen Lorenzo'nun ölüm sebebi akciğerlerine yiyecek kaçması ve buna bağlı olarak nefes alma sorunu olarak açıklandı. Ailesinin olağanüstü çabası sayesinde ALD'nin ilerlemesi durduruldu ve yine Odone'ların girişimi ile başlatılan The Myelin Project ile beyinde azalan miyelin örtüsünün tekrar kazanılmasına yönelik iyileştirici tedaviler araştırılmaya başlandı.

Lorenzo Michael Murphy Odone

Doktorların en fazla 24 ay yaşar dedikleri Lorenzo' yu nasıl oluyor da Odone çifti hiçbir medikal bilgileri olmadan ALD'nin pençesinden kurtarabiliyor. Filmin hikayesini izledikçe adım adım mucizenin gerçekleşmesine tanık oluyor; kendinizi zihinsel bir bilmecenin ve tıp camiasındaki politik çalkantıların ortasında buluyorsunuz. Dram türünden keyif alan sinema severlerin gönlünde taht kurmaya aday filmlerden biri olduğunu belirtmek isterim. Özellikle de bayan izleyicilerin filmi izlerken yanlarında kağıt mendil bulundurmalarını öneririm.


Benim Notum:     7.6 / 10

İyi Seyirler,

Cihat Özkan



20 Aralık 2010 Pazartesi

Dead Calm (1989)

Çocukluğumuzdan beri süre gelmiş ve hala geyik muhabbetine rahatlıkla esin kaynağı olan bir soru ile başlamak istiyorum. Issız bir adaya düşşeniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu? Herkesin o veya bu şekilde bir cevabı mutlaka vardır bu soru için. Kimimiz mantıklı cevaplar verirken, kimimiz komiklik olsun diye enteresan cevaplar verebilmekte.

Gelin bu soruyu biraz modifiye edelim. Okyanusun ortasında bir yelkenlide olsanız yanınızda isteyeceğiniz üç şey ne olurdu? Benim cevabım Dead Calm (1989)' ı izledikten sonra kesinlikle değişti diyebilirim. Merak edenler için söyleyeyim, yanımda isteyeceğim üç şeyi yazımın sonunda sizlerle paylaşıcam. 

Dead Calm (1989)

Küçük oğullarını talihsiz bir trafik kazasında kaybeden Rae (Nichole Kidman) ve John Ingram (Sam Neil) çareyi okyanusta başbaşa bir tekne seyehatine çıkmakta bulurlar. Yolculukları esnasında aşklarını ve hayata olan bağlılıklarını tazelemeye çalışan çift günlerce sakin sularda seyehat eder. Ufukta beliren bir başka yelkenli ile yanlızlıkları sona erer. Esrarengiz yelkenliden ayrılan bir sandal ile gelen davetsiz misafir Hughie (Billy Zane), Ingram çifti için huzurlu bir tatilin sonu olacaktır.

Dead Calm (1963) - Roman

Romandan beyaz perdeye aktarılırken kolu, bacağı, kafası uçurulup da nereye gideceğini bilemeyenlere bir örnek bu film. Charles Williams' ın 1963' de kaleme aldığı aynı adlı romandan esinlenerek beyaz perdeye aktarılan film ne yazık ki romandan bir hayli farklı. Romanda ne arabanın camından uçan çocuk, ne de ölen köpek gibi zorlama gerilimlere ihtiyaç duyulmuş. Filmde ise hikayenin akışı ve senaryonun detaylandırılması tam anlamıyla bir zincirleme reaksiyon gibi olmak durumunda kalmış. Her türlü kazanın ve aksiliğin bir diğerini tetiklemek gibi kutsal bir görevi mevcut. İster istemez bu durum izleyiciyi rahatsız ediyor. Rahatsız etmekle de kalmıyor, hikayenin hatalarını, birilerinin biraz daha fazla çaba harcayarak bir şekilde kapatması gerekiyor ki film izlenebilir bir boyut kazansın. İşte tam da bu noktada Dead Calm' ın yönetmen koltuğunda oturan Phillip Noyce devreye giriyor.

Phillip Noyce

Phillip için ilk söylemek istediğim, futboldan pek anlamam ama, bu filmde izlediğim çekim tarzı ile kendisi bana İngiliz futbolunu anımsattı. Kısa, etkili ve seri paslar yaparmış gibi sahneler oluşturmak ve bunları kullanarak hedefe doğru yol almak. Filmin konusu gereği, daracık bir alanda (yelkenli) mümkün olabilecek en etkili şekilde çekim yapabilmek ve izleyiciye maksimum gerilim duygusunu yansıtmak da lazım. Başarmış! Filmin hikayesi ne kadar açıklarla dolu olursa olsun bir şekilde beni ekran karşısında tutmayı becerdi ve filmi izlerken de bir kere olsun sıkıldığımı düşünmedim. Her sahnede terör yaratabilme yeteneğine sahip, yarattığı terörlerin arasını da Pasifik Okyanusu' nun eşsiz manzarasını kullanarak görsellik ile süsleyen bir yönetmen ile karşı karşıyayız.

Dead Calm (1989)

Ünlü yönetmenin Dead Calm' da yaratmaya çalıştığı temel görünüm, uçsuz bucaksız okyanusun ortasındaki iki yelkenlinin birbirlerini sorunlar girdabına doğru çekmesiydi. Yelkenlilerin uzak plan çekimleri ile bu görünüm desteklenirken, diğer bir yandan da izleyicide dışarıdan herhangi bir yardımın gelmeyeceği ve karakterlerin kendi kaderlerini belirlemek durumunda kalacağı anlatılmak istenmiş. Noyce, ayrıca bu filmi çekerken Hitchcock' dan esinlenmiş, hatta çekimlerden evvel Hitchcock' un Notorious (1946) filmini izlemiş ve seyirci üzerinde huzursuzluk duygusunu oluşturmak için bu filmin çekim tekniklerinden faydalanmış. Ünlü yönetmen için çıkış niteliği taşıyan bu filmi takiben Noyce; Harrison Ford' un büyük başarı ile bir CIA analistini canlandırdığı Patriot Games (1992) ve Clear and Present Danger (1994) ikilemesi, seri bir katilin peşinden koşan dedektiflerin mücadelesini anlatan The Bone Collector (1999) ve yine bir CIA ajanının kendini aklamak uğruna verdiği savaşı konu alan Salt (2010) filmlerinin yönetmenliğini üstlendi.

Dead Calm (1989) - Sam Neil

Farkına varmadan ağzımdan dökülüverdi, "inanılmaz güzelsin". İtiraf ediyorum; annemin beni elimden tutup, Osmanbey' deki Kent Sineması' na götürdüğü çocukluk yıllarımdan beri Nichole Kidman' a hayranım. Hemen üzerine bir itiraf daha, Dead Calm' ı hiçbir beklentim olmadan sadece Nichole için izledim. Belki de filmi şu an yerden yere vuramamamın nedeni hiç beklentimin olmaması olabilir. Filmin görselliğinin önüne geçmiş bir güzellik var karşınızda. Henüz daha yirmi yaşındayken canlandırdığı Rae Ingram rolü ile kariyerinin önü açılmış ve genç Nichole güzelliği ile beyaz perdeye bakanları büyüleyerek bugün bildiğimiz Nichole Kidman oluvermiş. Bebeksi yüzü, duru cildi, güzel fiziği ve sizi delip geçen, hatta arkanızdaki adamı da delip geçen, mavi gözleri ile Nichole arananlar listesinin hep en üst sıralarında olmayı başarmış bir oyuncu. Ancak bunun bir de negatif tarafı var. Güzelliğinin daima oyunculuğunun önüne geçmesini engelleyememesi. Sinema sektöründeki bazı erkek ve kadın oyuncular ne yazık ki oyunculuklarından ziyade dış görünüşleri ile baş rolleri kaparlar. Bu durum tabiki onların kötü oyuncu olduklarını göstermez. Sadece çok güzel olduklarını ve bu güzelliklerini kariyerlerinin basamaklarını tırmanırken ön planda tuttuklarını gösterir.

Dead Calm (1989) - Nichole Kidman

Hikayenin zayıflığını, Noyce' un çekim stilinin yanı sıra Nichole' un oyunculuğu da telafi ediyor ve filmi izlenebilir boyutun biraz daha üzerine çıkartıyor. Nichole için rahatlıkla filmi sırtlamış götürmüş diyebiliriz. Genç yaşına rağmen filmi çekip çeviren, ufacık yelkenlinin içerisinde izleyiciye üzüntü, dram, merak, endişhe, mutluluk, kovalamaca, tuzak kurma, aldatma, erotizm, kavga gibi onlarca duygu ve durumu gösterebilen bir Nichole var karşımızda. Güzel yıldızın; kabuslar gören, ağlayan, sakinleştirici ilaçlar alan, hassas ve kocasının korumasına ihtiyaç duyan bir kadından, dayanıklı, kurnaz, hırslı ve seksi bir savaşcıya dönüştüğünü görmekteyiz. Dead Calm ile yıldızı parlayan Nichole Kidman' ın diğer göz kamaştırdığı filmleri arasında, New York' lu bir doktorun aldatmayı göze aldığı güzel eşini canlandırdığı Eyes Wide Shut (1999), günümüz sinemasının gördüğü en güzel müzikallerden biri olan Moulin Rouge! (2001) ve sivil savaş zamanında sevgilisinin cepheden geri dönmesini bekleyen ve büyük bir çiftliği tek başına idare etmeye çalışan taşralı bir güzeli oynadığı Cold Mountain (2003) sayılabilir. Belirtmek isterim ki bence Cold Mountain, Nichole' un en iyi performansını sergilediği filmdi.

Dead Calm (1989)

Filmde Nichole Kidman' a John Ingram rolünde Sam Neil eşlik ediyor. Sam yılların deneyimi ile her zamanki gibi yine kendinden beklenilen oyunculuğu sergiliyor. Keskin yan bakışları, ağır başlı tavırları ve arada sırada bizlerden esirgemediği sırıtışı ile Sam Neil her zaman bildiğimiz aynı Sam. Usta oyuncunun rol aldığı birçok filmin arasından öne çıkanlar tabiki, bizleri dinazorlar aleminde bir maceraya sürükleyen Jurassic Park (1993) ve Jurassic Park III (2001). Bir de Sam ile ilgili son olarak, bahsetmeden geçmek istemediğim, 2011' in ikinci yarısında izleyici ile buluşacak olan ve dünyada son kalan Tazmanya Canavarının peşinden giden bir avcıyı konu alan, The Hunter (2011) filmini sabırsızlık ile bekliyorum.

Dead Calm (1989) - Sam Neil

Ingram ailesinin Pasifik' te huzur arayışını bir anda cehenneme çeviren, dengesiz ve pisikopat Hughie Warriner rolünde Billy Zane karşımıza çıkıyor. Her an ne yapacağını kestiremediğiniz ve bir an evvel kurtulmak isteyeceğiniz tarz bir karakter. Filmin hikayesindeki dengesizlikler de işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Rea' nin eline birçok defa Hughie' den kurtulma fırsatı geçiyor ancak nedendir bilinmez, elindeki mutfak bıçağını herifin sırtına saplamayı veya ellerini ayaklarını bağlamak yerine neden denize atmayı akıl edemediğini bir türlü anlayamıyorum. Üstelik kanımca Hughie pisikopat davranışları ile ölmeyi gerçekten de hak ediyorken. Ancak bu pisikopat çocuktan hiç beklenmedik sözler de duyabiliyorsunuz. Mesela, Billy Zane' in Nichole Kidman' a rol icabı söylediği bir iki cümle var ki altına hiç düşünmeden imzamı atarım. "Yüzünün beni büyülediğini söylemeliyim. Seksen yaşına geldiğinde bile hala çok güzel bir kadın olacaksın." Gözümüzün Billy Zane' e aşina olduğu diğer filmler arasında, on kaplan gücünde olan bir süper kahramanı oynadığı The Phantom (1996) ve çıktıkları gemi seyehatinde nişanlısını genç bir adama kaptıran kötü kalpli zengin adamı canlandırdığı Titanic (1997)' i söyleyebiliriz.

Dead Calm (1989) - Billy Zane

Yazımın sonuna doğru gelirken bilmenizi isterim ki, Dead Calm aynı adlı romandan uyarlanan ilk film değil. 1963' de yayınlanan Dead Calm romanından esinlenen Orson Welles, 1970' de romanın adını The Deep (1970) olarak değiştirir ve hikayeyi beyaz perdeye aktarmak için çekimlere başlar. Filmin çekimleri duraksamalarla devam etmektedir. 1973 senesine gelindiğinde Hughie karakterini oynayan aktör Laurence Harvey' in vefatı ile çekimler sona erer ve proje rafa kaldırılır. Orson Welles' in romandan bizzat uyarladığı ve kaleme aldığı senaryo eminim ki orjinaline daha sadıktı. İzleyebilmeyi çok isterdim.

Dead Calm (1989) - Nichole Kidman

En Sevdiğim Alıntı:

Hughie:     You know i was watching you when you were sleeping...and i gotta tell you that your face fascinates me. Yeah, even when you' re 80, Rae, you' ll still be a beautiful woman.

Dead Calm (1989) - Nichole Kidman

Benzerlik:

Bu seferki benzerlik filmin kendine ait değil. Blogda Phillip Noyce ile ilgili paragrafı yazıyordum ki birden gözümün önünde beliriverdi. Yönetmen Phillip Noyce aşırı derecede Star Wars II ve III' te karşımıza çıkan kötü karakter Count Dooku' ya benziyor. Ben ikisini yan yana getirdim. Buyrun bir de siz bakın.

Phillip Noyce & Count Dooku

Film Hatası:

John; su almakta olan ve motoru çalışmayan yelkenlide mahsur kalmıştır. Hasarı incelemek için deniz gözlüğü ile su dolu gövdenin içine dalar. O su altında etrafa bakınırken inanılmaz bariz bir şekilde deniz gözlüğünün içindeki su seviyesi değişmektedir. İlk başta gözlüğün içi yarısına kadar su ile doluyken, bir sahne sonra, heralde Sam Neil gözüne gelen sudan rahatsız olmuş olacak ki, gözlüğün içindeki su ortadan kaybolmuş. Kameranın objektifinde sadece Sam' in gözlük takmış kafası varken bu kadar bariz bir hatayı nasıl olur da görmezler veya görmezden gelirler aklım almadı açıkcası.

Dead Calm (1989)

Son olarak eğer siz de benim gibi Nichole Kidman' a hayransanız yada deniz seyehati ve yelkenlileri seviyorsanız o zaman bu film kesinlikle sizi fazlası ile tatmin edecektir. Bunun haricinde film için izleyiciyi sıkmayan, sürükleyici ve birden fazla kere rahatlıkla izlenebilir diyebilirim. Az kalsın unutuyordum. Yazımın başında söz verdiğim gibi, okyanusun ortasında bir yelkenlide tek başıma kalsam yanımda isteyeceğim üç şey kesinlikle, Nichole! Nichole! Nichole! olurdu.

Benim Notum:    6.5 / 10

İyi Seyirler,

Cihat Özkan

3 Aralık 2010 Cuma

Cross of Iron (1977)

1941 senesinin ilk yarısı sona ermek üzereyken Avrupa' nın tamamı savaşın pençesindeydi. Sovyetler Birliği ile göstermelik bir anlaşma imzalayan Hitler, Polonya' yı Ruslar ile paylaşmış ve ordularını gönül rahatlığı ile Fransa üzerine salmıştı. Fransa da işgal edilince sıra İngiltere ve tabiki geçici olarak el sıkıştığı Sovyetler Birliğine gelecekti. İngilizlerin kararlı direnişi ile karşı karşıya kalan Hitler, bu sefer gözünü, daha kolay bir hedef olarak gördüğü, Sovyetler Birliği' ne dikti. Hitler' in, Stalin ile Polonya' yı yarı yarıya paylaşmayı kabul etmesinin gizli bir sebebi vardı. Almanya ile Sovyet Rusya arasında ortak bir sınır oluşturabilme çabası. Böylece yıldırım takdiği ile savaşan Alman panzerleri sorunsuzca ve hızla Rus steplerinde ilerleyecekti.

Tarihler 22 Haziran 1941 gününü gösterdiğinde yaklaşık 4.5 milyon Alman askeri 2900 Km' lik bir hat boyunca hızla ilerleyerek Sovyet topraklarını işgal etmeye başladı. Bu istilanın adı dokümanlara "Barbarossa Operasyonu" olarak kaydedildi ve Barbarossa, insan gücü ve kayıplar bakımından tarihin en büyük askeri operasyonu olarak hala akıllardaki yerini korumaktadır. Almanlar çok kısa sürede Ukrayna topraklarının tamamını işgal ettiler ve Rusya içlerine doğru ilerleyişlerini sürdürdüler. Barbarossa operasyonunda Alman ve Rus birliklerinin karşı karşıya kaldığı her bölge, her alan ve her karış toprak tarihin en kanlı mücadelelerine ev sahipliği yaptı. Moskova' nın dış mahallelerine kadar ilerlemeyi başaran Alman ordusu Ruslar' ın güçlü direnişi sayesinde hiç bir zaman şehri ele geçirmeyi başaramadı ve 1941 senesinin sonuna gelindiğinde Almanlar Rus saldırıları karşısında düzenli olarak geri çekilmeye başladı.

Yine bir 2. Dünya Savaş' ı filmi ile karşınızdayım. Evet, farkındayım. Geçen hafta da savaş filmi incelemiştim. Önümde duran onlarca birbirinden farklı film varken şuursuzca elimin bu filme uzanmasının sebepleri var. Öncelikle Cross of Iron (1977) sinema tarihindeki, İngilizce olup da Almanları iyi taraf olarak gösteren tek film olma özelliğini taşıyor.  Bu filmi seçmemdeki bir diğer etken ise, yönetmen ve baş rol oyuncusu ki onlardan yazımın ilerleyen bölümlerinde detaylı söz edeceğim.

Cross of Iron (1977)

1943 senesinin sonları. Alman ordusunun doğudaki ileşleyişi tamamen durmuştur. Yoğun Rus saldırıları karşısında Almanlar düzenli olarak geri çekilmeye çalışmaktadırlar. Ruslar' ın Kafkasya operasyonu ile Alman birlikleri Taman yarımadasını da kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu ölüm kalım savaşında, Rus hatlarının ötesine başarılı operasyonlar düzenleyen asi çavuş Rolf Steiner (James Coburn) ve mangasının, Prusyalı küstah yüzbaşı Hauptmann Stransky (Maximilian Schell)' e karşı verdikleri onur ve hayatta kalma mücadelesinin içerisinde buluyoruz kendimizi. Yüzbaşı Stransky aristokrat bir aileden gelmektedir. Savaştan sonra ailesinin yanına gururla dönebilmesi için en yüksek kahramanlık madalyası olan Demir Haç nişanı ile ödüllendirilmesi gerektiğine inanmaktadır ve bu uğurda da yapmayacağı çok az şey kalmıştır. Çavuş Steiner ise asi tavırları ve düşmana karşı elde ettiği başarıları ile yüzbaşının madalya planlarına gölge düşürmektedir.

Sam Peckinpah

Cross of Iron, beyaz perdeye aktarılan başarılı uyarlamalardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Filmin orjinal senaryosu Willi Heinrich' in 1956' da kaleme aldığı The Willing Flesh adlı romana ait. Yönetmenliğini Sam Peckinpah' ın üstlendiği, başrollerini ise James Coburn ve Maximilian Schell' in paylaştığı Cross of Iron akıcılığı, anlatım tarzı ve görselliği ile savaş filmi sevenlerin beklentilerini kesinlikle karşılayan bir yapım. Açıkca belirtmek isterim ki film, hayatımda izlediğim nadir gerçekci savaş filmlerinden biri olarak beynime kazındı. Kendinizi savaşın tam ortasında buluyorsunuz. Rus saldırılarını gördükçe siz de elinizden kumandayı atıp oradan kaçmak istiyorsunuz ama olmuyor. Bir sebepten dolayı ekranın karşısında kilitlenip "Ooo çok iyi" demekten başka çareniz kalmıyor. Ben bu durumu kısaca "The Peckinpah Effect" olarak adlandırıyorum. Sam Peckinpah, tanımayanlar için kısaca bahsetmek istiyorum, adı çok fazla duyulmamış olmasına rağmen 70' li ve 80' li senelerde kendine özgü üslubu ile oldukça başarılıydı. Peckinpah denildiğinde ilk akla gelen kanlı sahneler oluyor. Ancak hemen "ıy" moduna bürünmeyin çünkü bu kanlı sahneler o kadar ince düşünülerek çekiliyor ki kesinlikle izleyici üzerinde "ıy" etkisi yaratmıyor. Kanlı sahnelerin yanı sıra bir diğer Peckinpah özelliği de yavaşlatılmış (Slow Motion) sahneler. Sam için rahatlıkla yavaşlatılmış sahnelerin üstadı diyebiliriz. Cross of Iron filminde de aralara başarı ile serpiştirilmiş yavaş çekim sahneler göz doldurur nitelikte. Özellikle bir sahne var ki defalarca geri sarıp izlememe rağmen her seferinde iki dudağımın arasından "Çok iyi" cümlesinin çıkmasını engelleyemedim. Filmin başlarında çavuş Steiner ve mangası Rus hatlarının arkasına bir baskın düzenler. Bu baskında çıkan çatışma sırasında ayakta duran Steiner elindeki makineli tüfeğin boşalan şarjörünü çıkartıp atar. "E ne var ki bunda?" dediğinizi duyar gibiyim. Benimle aynı heyecanı yaşamak için, bu sahneyi yavaşlatılmış bir şekilde Peckinpah gözü ile izlemeniz gerektiğini belirtmeliyim.

Cross of Iron (1977) - James Coburn

Cross of Iron, Peckinpah' ın ilk ve son savaş filmi olma özelliğini taşıyor. Bu sebepten ötürü filmi izlerken rahatlıkla farkediyoruz ki, yönetmen bütün marifetlerini sergelemiş ve ortaya görselliğin yanı sıra inanılmaz detaylı bir film çıkmış. Eğer siz de benim gibi 2. Dünya Savaşı' na özel ilgi duyuyorsanız tahminimce Saving Private Ryan (1998)' ı gönlünde özel bir yere koyanlardansınız. Biraz olsun aklınızda şekillenmesi için şunu söyleyebilirim ki, Saving Private Ryan' daki detay ve gerçekciliği emin olun Cross of Iron' da da gözlemleyeceksiniz. Bloğun ilerleyen bölümünde iki film arasında ufak bir kıyaslama da yapıyor olacağım. Ünlü yönetmenin diğer bilinen filmleri arasında, Amerikan iç savaşını anlatan Major Dundee (1965), İngiliz bir kadın ile Amerikalı bir adamın evlenip İngiltere' nin kırsal bölgesine yerleşmelerini konu alan Straw Dogs (1971) ve suç çetesinden kaçan bir eski hükümlünün macerası olan The Getaway (1972) filmleri yer almakta.

Cross of Iron (1977)

Biraz da filmin psikolojisinden bahsedelim. Her filmin kendine özgü bir psikolojisi vardır. Psikoloji esasen senaryo yazımı sırasında şekillenirken; cast, çekim teknikleri, set dekoru ve özel efektler gibi diğer unsurlar sayesinde de derinlik ve anlam kazanır. Hemen hemen her filmin senaryosu, protagonist (kahraman) ve antagonist (karşıt karakter) karakterler barındırır. Filmindeki psikolojiyi bu iki karakterin çatışması ön plana taşır. Cross of Iron' a baktığımızda ise durumun biraz normalden farklı olduğunu görüyoruz. Filmde iki adet protagonist karakter ve iki adet de antagonist karakter mecut. Bu zıt karakterlerin çatışmaları ise iç içe girmiş durumda ve birbirlerini bir noktada tamamlar nitelikle. Karşımıza çıkan ilk çatışma Alman orduları (Protagonist) ve Rus orduları (Antagonist) arasında olmakta. Filmin genel akışı bu savaş üzerinde gitse de filmin ana konusu kesinlikle Alman-Rus savaşı değildir. Bu çatışmanın altında, çok da bu savaştan kopmadan ilerleyen, ikinci bir karakterler çatışması mevcut. Asi çavuş Steiner (Protagonist) ile küstah yüzbaşı Stransky (Antagonist) arasındaki çatışma, izleyicinin film boyunca içine girdiği asıl psikolojinin temelini oluşturmakta. Mükemmel harmanlanmış iki çatışma, filmin izlenebilirliğine büyük katkıda bulunmakta.

Cross of Iron (1977) - Maximillian Schell ve James Coburn

Filmin ana karakteri olan, asi çavuş Rolf Steiner rolünü, Peckinpah' ın arkadaşı da olan, James Coburn üstlenmiş. Peckinpah ile James' in tanışıklıkları Major Dundee (1965) filminden gelmektedir. James, Sam ile kariyerinin en başarılı filmlerine imza atmış. Laf dinlemez, ast-üst ilişkisinden bihaber, soğuk kanlılıkla adam öldüren ama bir o kadar da insancıl olmayı başarabilen asi bir çavuşu ustalıkla ile canlandırmış Coburn. Oyuncunun diğer bilindik filmleri arasında, kızının katilinin peşinden iz süren bir babayı canlandırdığı American Gun (2002) ve daha önce de bahsettiğim Major Dundee (1965) filmleri yer almakta.

Cross of Iron (1977) - James Coburn

Bir başka dikkate değer karakter de çavuş Steiner ve adamlarına filmin başında esir düşen Rus asker çocuk. Henüz daha 15-16 yaşlarında olmasına rağmen, Rus ordusu tarafından askere alınıp savaşın korkunç yüzünü görmeye zorlanan çocuğun filmin teması içerisinde ayrıştırıcı bir özelliği mevcut. Film konusu itibari ile karşımıza hep savaşın getirdiği duygusuzluk ile soğuk kanlılıkla adam öldüren yetişkin insanlar çıkartıyor. Peckinpah, insanlıktan çıkmış bu insanların arasında izleyiciye biraz da olsa duygusallık ve masumiyet göstermek adına naif ufak bir çocuk kullanmış. Aynı zamanda küçük çocuk acı çekmekte olan insanlığı da temsil ediyor ve savaşın bizleri nasıl etkilediğini çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.

Cross of Iron (1977)

Gelelim Saving Private Ryan ile Cross of Iron' ı karşılaştırmaya. Bu karşılaştırma içlerinden birini ön plana çıkartmak adına yapılan bir karşılaştırma olmayacak, öncelikle bunu bilmenizde fayda olduğunu düşünüyorum.  İlk olarak rakkamlara bakalım; Saving Private Ryan 1998 yapımı ve yaklaşık 70 milyon dolarlık bir bütçeye sahip. Cross of Iron ise 1977 yapımı ve yaklaşık 6 milyon dolarlık bir bütçeye sahip. Rakkamlardan soyutlayalım kendimizi ve bir de iki filmi izleyici gözü ile karşılaştıralım. Saving Private Ryan çarpıcı bir açılış sahnesine ve film boyunca peşini bırakmadığımız bir kahramana sahip. Aynı şekilde Cross of Iron da güzel bir çatışma sahnesi ile açılıyor ve bize film boyunca eşlik eden bir de kahraman mevcut. İki film de gerçekcilik ve kullanılan savaş techizatları bakımından oldukça başarılı. Çatlamalar patlamar için de bir yorum yapmam gerekirse bence Peckinpah' ın Spielberg' den geri kalır bir yanı yok. Sonuç olarak iki film de gerçekten sizi ekran karşısından alıp savaşın tam ortasına koyabiliyor. Saving Private Ryan' ın bütçesi ve yapım senesi itibari ile biraz daha ön planda yer aldığını da söylemek zorunda hissediyorum kendimi ancak kanımca eğer Cross of Iron iyi bir yönetmenin elinde, yüksek bir bütçe ile tekrar çekilirse Saving Private Ryan' ı kesinlikle liderlik koltuğundan edebilir.

Cross of Iron (1977)

En Beğendiğim Alıntı:

Colonel Brandt: What will we do when we have lost the battle?
Captain Kiesel: Prepare for the next one.

Cross of Iron (1977)

Dokundurmaca:

Filmin ortalarında siperde karşılaşan çavuş Steiner ile er Schnurrbart arasında tatlı bir sohbet başlar. İki arkadaş laf arasında Prusyalı general ve tarihçi Friedrich von Bernhardi' nin en bilinen sözü olan, "Kültürlü bir insanın hayatındaki en belirgin kendini ifade etme şekili savaştır."' ı bizlere hatırlatırlar. Aynı konuşma içerisindeki bir diğer önemli hatırlatma ise Prusyalı bir asker ve stratejist olan Carl von Clausewitz' dendir. "Savaş devlet politikasının başka araçlarla devam ettirilmesidir."

Cross of Iron (1977)

Kişisel:

Sam Peckinpah ile ilgili aktarmak istediğim bir detay daha mevcut. Sam, kamera arkasındayken muhakkak suretle çektiği filme kendi karakteristik özelliklerinden bir veya bir kaçını yansıtırmış. Bu yansıtmayı bir sahne üzerinden, bir dialog üzerinden veya bir karakter yaratarak izleyici ile gizliden gizliye paylaşırmış. Cross of Iron' da bizlerle paylaştığı karakteristik özelliği alkol bağımlılığı olarak karşımıza çıkıyor. Sam düzenli olarak yüklü miktarda alkol tüketirmiş. Daha da ilginci, sette bile kamera arkasındayken kısa süreli alkol alma molaları verdiği gözlerden kaçmamış. Filmde de bir çok  rütbeli askerin masasından ve elinden içki şişesi ile bardağının düşmediğini görüyoruz. Hatta karakterlerden biri için alkolik kalarak savaşta olduğunu unutmaya çalışıyor bile diyebiliriz.

Cross of Iron (1977)

Film Hatası:

Savaş filmlerinde, yapısı itibari ile hatalarla karşılaşma ihtimaliniz oldukça yüksek olmasına rağmen Cross of Iron devamlılık konusunda gerçekten oldukça başarılı diyebilirim. Gözüme çarpan en belirgin hata da zaten devamlılık ile ilgili değildi. Askeri teçhizatların ve kıyafetlerin başarı ile sergilendiği filmde küçük bir miğfer farklılığına rastlamak beni hayal kırıklığına uğratmadı diyebilirim. Filmin sonlarına doğru albay Brandt ile Kiesel' in vedalaşmaları esnasında arka planda beliren bir Alman askerinin kafasındaki miğfer dikkatimi çekti. Askerin miğferi kum rengiydi. Kum rengi miğferler Alman ordusu tarafından sadece Afrika kıtasındaki cephelerde kullanıldı. Kum rengi miğferin Rusya' daki bir cephede karşımıza çıkması ne yazık ki mümkün değil. Farz edelim ki, bu arka plandaki asker arkadaş önceden Afrika cephesindeydi ve daha sonra Rusya cephesine transfer oldu ve kum rengi miğferini de beraberinde getirdi. Durum bu şekilde olmuş olsa bile Rusya cephesine geldiğinde kum rengi miğfer ile dolaşmasına izin verilmez ve onun yerine cephe grisi (field grey) olarak bilinen gri miğferlerden giymek zorunda olduğu kendisine komutanı tarafından hatırlatılır. Sonuç olarak eğer bu asker kardeş kum rengi miğferi ile biraz daha şehirin içinde gündüz feneri gibi gezinirse Rus bir keskin nişancının hedefi olmaktan kurtulamaz.

Cross of Iron (1977) - Yanlış renk miğfer

Cross of Iron için hiç tereddüt etmeden Sam Peckinpah' ın en iyi filmi diyebilirim. İzledikten sonra da iki tane keşkem oldu. Birincisi, keşke Sam sadece bu filmle yetinmeseymiş ve birkaç tane daha savaş filmi çekseymiş. İkincisi ise, keşke bu filmi baba yiğit bir yönetmen ve yapımcı çıksa da bugün yeniden çekse. Savaş filmi seviyorsanız muhakkak izlemenizi öneriyorum.

Benim Notum:    7.5 / 10

İyi Seyirler,

Cihat Özkan

18 Kasım 2010 Perşembe

Empire of the Sun (1987)

Savaş filmi denildiğinde çoğumuzun aklına İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yapılmış filmler gelir. Bu tip filmlerin büyük bir oranı da Avrupa Kıtası' nda geçer. İşte nedir hepimizin bildikleri bu savaşla ilgili; parmak bıyıklı deli bir diktatör vardır. Kavgası uğruna yarattığı kocaman savaş makinesini Avrupa' nın üzerine salar. Fransa ve İngiltere ise savaşın girdabına çekilirken Amerika da hafiften rengini belli etmeye başlar. Avrupa' da bunlar yaşanırken, dünya savaşı başka coğrafyalarda da kurbanlarını seçmiştir. Rusya düzlüklerinden Moskova' ya, Pasifikte' de Japonya' dan Avustralya' ya kadar her karış toprak ele geçirilmesi gereken bir hedef ve her karış toprak aynı zamanda da savunulması gereken bir mevzi olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı, bu bahsettiğimiz coğrafyalar ve ülkeler üzerinde cereyan etmiştir ve müttefikler tarafından kazanılmıştır. Bütün belgeseller ve tarihçiler de konuyu genel olarak bu şekilde ele alırlar. Ancak kanımca bu büyük savaşı yukarıda bahsettiğim minicik kalıba sığdırmakla hata yapıyorlar. İkinci Dünya Savaşı ne zaman başladı? Bunu hepimiz 01 Eylül 1939 olarak biliyoruz. Alman ordusu Polonya sınırından içeri girer ve işgale başlar. Evet doğru savaş 01 Eylül 1939' da başladı. Ancak Avrupa' daki savaş 01 Eylül 1939' da başladı. Başka nerede savaş vardı ki? İşte bütün tarihçilerin unuttuğu nokta da tam burada. Unutulan bir şehir veya bir eyalet değil. Ne yazık ki kocaman bir ülke. Neresi mi? Çin. Kısaca bahsetmek gerekirse, Japon İmparatorluğu kauçuk hammaddesinin teminini garanti edebilmek adına 1937 senesinde Çin' i işgal etmeye başladı. Japon ordusu bölgenin en güçlü ordusuydu. Çinlilerin kaçmaktan ve teslim olmaktan başka seçenekleri yoktu. Şimdi tekrar sormak istiyorum sorumu. İkinci Dünya Savaşı ne zaman başladı? Bence 1937' de başladı. Dünya savaşı sadece Avrupa Kıtası' nda mı sürdü? Tabiki hayır. Zaten ismi üzerinde "Dünya Savaşı". Peki bu uğurda ilk kurşun ne zaman ve nerede sıkıldı? 1937' de Çin topraklarında işgalci Japon ordusu tarafından sıkıldı. O zaman kim ne derse desin benim için bu savaş 1937' de başlamıştır. İşte bu bloğun konusu olan Empire of the Sun (1987) filmi de gözlerimizi bu unutulmaya yüz tutmuş savaşa çevirmemizi sağlıyor. Çin - Japon Savaşına.

Empire of the Sun (1987)

Sene 1941, Japon İmparatorluğu ve Çin yaklaşık dört senedir savaşın pençesindedir. Japon işgal ordusu kırsal kesimin büyük çoğunluğunu ve birkçok kasaba ile şehirin kontrolünü eline geçirmiştir. Shanghai' da ise, uluslararası yerleşim bölgesinin diplomatik güvenliği ile koruma altında bulunan, binlerce batılı, kendi ana vatanlarındakine benzer hayat tarzlarından ödün vermeden yaşamlarını sürdürmektedir. İngilizlerin 19' uncu yüzyılda gelip bölgeye yerleşmesi ile başlayan batılı istilası Shanghai' ın bir bölümünü yabancılaştırmış, batılıların İngiliz tarzı oteller, bankalar, ofisler, kliseler ve evler yapmaları ile adeta yabancı bir görünüm kazanmıştır. Ancak zamanları azalmaktadır. Uluslararası yerleşim bölgesinin dışarısında Japonlar mevzilenmiş beklemektedir. Tabiki Pearl Harbour baskını için. Bu baskınla beraber Shanghai' daki binlerce batılı Japon ordusu tarafından esir alınır ve toplama kamplarına götürlürler.

Shanghai' daki Yabancı Yerleşim Bölgesi

Şavaş filmleri genelde bayan izleyiciye hitab etmez. Tank, top, tüfek, çatlama ve patlamalar, bütün bunlar çoğu bayan izleyiciyi sıkılgan bir duruma doğru sürükler. Bunun sebebi genelde bütün bu tarz filmlerin, savaşı askerlerin gözünden biz izleyiciye aktarmasıdır. Empire of the Sun alışılmışın tersine savaşı bizlere askerlerin değil, sivillerin gözünden anlatıyor. Bunun en büyük nedeni de savaşlarda en büyük acıyı ve yıkımı sivillerin yaşaması. İşte bu sebepten dolayı iddia ediyorum ki erkek izleyiciler kadar bayan izleyiciler de bu filmi büyük beğeni ile izleyecekler. J.G. Ballard' ın aynı adlı, yarı biyografik romanından beyaz perdeye, gösterişli yapımların usta yönetmeni Steven Spielberg tarafından aktarılan filmin başrollerini Christian Bale ve John Malkovich paylaşmakta.  

Empire of the Sun - Roman

Film, Shanghai' ın uluslararası yerleşim bölgesinde yaşayan ve aristokrat bir ailenin tek erkek çocuğu olan Jamie 'Jim' Graham (Christian Bale)' ın hayatını konu almakta. Jim, koruma altındaki bölgede dış dünyada neler olduğundan habersiz ailesi ile birlikte rahat bir yaşam sürmektedir. 1941 Pearl Harbour baskınını takiben Japon ordusu tarafından işgal edilmeye başlanan ulusararası yerleşim bölgesindeki batılı nüfus, panik ve kargaşa içerisinde ülkeden kaçmaya çalışır. Bu kargaşa sırasında ailesinden kopup kalabalık içerisinde kaybolan Jim, hiç de alışık olmadığı Shanghai sokaklarında çaresiz kalır. Bu sırada Amerikalı bir denizci olan Basie (John Malkovich) ile yolları kesişir. İkisi birlikte Japon askerleri tarafından esir alınır ve Soochow Creek toplama kampına götürülürler.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

Empire of the Sun' ın yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenen Steven Spielberg' in sayısız yapımcılık ve yönetmenlik deneyimi olduğunu hatırlatmama gerek yoktur sanırım. Kuşkusuz sinema tarihinin en etkili ve sözü geçen yönetmenlerinden biri ile karşı karşıyayız. Bu incelemede Steven' ın yapımcı kimliğini bir kenara bırakıp sadece yönetmenliğinden bahsetmeyi uygun görüyorum. Yönetmenlik kariyerine, hepimizin müziğini çok iyi bildiği ve denizlerde terör estiren bir büyük beyaz köpekbalığını konu alan Jaws (1975) filmi ile başlayan Steven, bu film ile yakaladığı yükselişi, dünya dışından canlıların insanlarla temasa geçme fenomeni ile ilgili olan Close Encounters of the Third Kind (1977) filmi ile pekiştirir. 1980' lere gelindiğinde tüm dünyanın bildiği bir yönetmendir ve serisini, elinde kamçısı ile hazine peşinde koşan Indiana Jones filmi Raiders of the Lost Ark (1981) ve dünya dışı şirin bir yaratığın yanlışlıkla dünyaya gelmesini konu alan, E.T.: The Extra-Terrestrial (1982) filmleri ile sürdürür. Bütün bu filmlerden elde ettiği deneyimini 1987 senesine gelindiğinde Empire of the Sun için kullanıcaktır. Spielberg' in bu filmden sonraki yönetmenlik deneyimlerinden ise bir başka Spielberg filminin bloğunu yazarken bahsetmek istiyorum.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale, Steven Spielberg ve John Malkovich

Empire of the Sun' ı izlerken Spielberg' in adeta filme elleri ile şekil verdiği hissine kapılıyorsunuz. Shanghai sokaklarının kusursuz bir şekilde elli sene geriye götürülmesi, binlerce figüranın tek tek giydirilerek büyük başarı ile işgal altında kaçışan bir halkı canlandırması ve tabi Steven' a özel duygu yüklü, çaresizlik ve keder sahnelerin beyaz perdeye mükemmel saflıkta aktarılması. Bütün bunlar filmi birkaç basamak daha yukarıya taşımaya yardımcı olan unsurlar.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale ve Steven Spielberg

Filmde Jim rolü ile karşımıza, son yıllarda beğeni ile izlediğimiz, Christian Bale çıkıyor. Empire of the Sun çekilirken henüz 13 yaşında olmasına rağmen son derece başarılı bir oyunculuk sergileyen Christian' ın, bu performası ile "Olağanüstü Genç Aktör Performansı" ödülüne layık görüldüğünü öğrendiğimde açıkcası şaşıramadım. Christian' ın oyunculuğu ve Steven' ın bakış açısı ile Jim Graham karakteri bütün filmi başarı ile domine ediyor. Ünlü oyuncunun en başarılı filmleri arasında, geceleri suçluları yarasa gibi avlayan bir süper kahramanı canlandırdığı Batman Begins (2005) ve The Dark Knight (2008) yer almakta.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

Biraz Jim karakterinden bahsetmek gerekirse; içerisinde yaşadığı şehrin gerçeklerinden uzak tutularak yetiştirilen ve tamamen İngiliz aristokrasisi ile büyüyen çocuk doğu kültürüne son derece yabancı kalmış. Bu kültür yabancılaşmasından dolayı evinden çıkıp, dış dünya ile karşı karşıya kaldığında çevresinden korkan ve anlam veremeyen ifadeler ile etrafında olup biten gerçekleri gözlemleyen küçük bir çocuk olmaktan kaçamıyor. Tam da bu noktada ufak bir yansıtma yapmak istiyorum. Bugün hepimiz biraz Jim gibi değil miyiz? Haddinden büyük bu şehrin içerisinde belirli bi kültürle yetiştirilip, hayatlarımızın büyük bölümünü kendi kendimize yarattığımız küçük İstanbul' cuklarda geçirmiyor muyuz? Bizler de kabuklarımızdan çıkıp uzak semtlere gittiğimizde bir çeşit minik kültür çatışması ve hatta kültür şokcukları ile karşı karşıya kalmıyor muyuz?

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

Bu küçük ingiliz çocuk, aynı zamanda uçaklara ilgi duymakta. Özellikle savaş uçaklarına meraklı olan Jim' in odası uçak maketleri ile dolu. Onun için hobi olan uçak sevgisi, savaşın kendilerine gelmesi sonucu gökyüzünde belirmeye başlayan gerçek ve gürültülü savaş uçakları ile saplantıya dönüşüyor. Filmin başlarında kudretli Japon ordusunu destekleyen ve Japon ordusunun ünlü Zero Fighter uçaklarına hayranlık duyan Jim, savaşın sonlarına doğru Amerikan uçaklarını daha çok beğenmeye başlar. 1945 senesinde gelindiğinde, Amerikan P-51 Mustang' lerinin Japon uçaklarına karşı elde ettikleri üstünlük bu beğeni değişiminin en büyük nedenlerinden biridir.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

Empire of the Sun' ın bir diğer baş rol oyuncusu ise Basie karakteri ile John Malkovich. Bu filmde John' un yeteneğini ilk kez bu denli başarı ile sergilediğini görüyoruz. İlerleyen yıllarda Hollywood' un asi oyuncularından biri haline gelecek olan John' un diğer bilinen filmleri arasında, entrikalarla dolu bir baştan çıkarma oyunu olan Dangerous Liaisons (1988), ülkedeki krizde gezinen ve daha iyi bir yaşam hayal eden iki kafadarın hikayesini anlatan Of Mice and Men (1992) ve tabiki Being John Malkovich (1999) dikkatlerden kaçmamalıdır.

Empire of the Sun (1987) - John Malkovich ve Christian Bale

Filmin çekildiği Shanghai ise savaştan önce doğunun Paris' i olarak biliniyordu. Yabancı nüfusun egzotik yaşam tarzı da bu imaja katkıda bulunuyordu. Şehirin savaş döneminde son derece çeşitli bir nüfusa sahip olması ve zengin batılıların fakir doğululardan çok farklı bir hayat yaşaması, filmi son derece başarılı bir izolasyon örneği yapıyor.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

En Beğendiğim Alıntı:

Jim: I learned a new word today...Atom Bomb...It was like a white light in the sky...Like God taking a photograph...I saw it.



Empire of the Sun (1987) - Christian Bale


Etkileyici:

Jim' in uçak sevgisini belirginleştirmek için filmde dönemin gerçek savaş uçakları kullanılmış. Bu uçakları desteklemek ve zenginleştirmek için de 1/3 oranında küçültülmüş model uçaklardan yararlanılmış. Model olmalarına rağmen tam donanımlı, orjinalina sadık kalınarak yapılmış her uçak uzaktan kumanda ile kontol edilebiliyormuş. Beş buçuk metrelik kanat genişliğine sahip model uçakların pervanelerinde ise motorbisiklet motoru kullanılmış. Uçaklar, sinema tarihinde bir film için yapılmış en büyük model uçaklar olarak biliniyor.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

Bir diğer etkileyici ayrıntı ise, filmde gördüğünüz bütün askerler gerçekte de Çin ordusuna mensup askerler. Çin ordusu tarafından film çekimlerini desteklemek için Spielberg' in komutasına verilen bir tabur asker son derece gerçekci bir görüntü sergiliyor.

Empire of the Sun (1987) - Filmde kullanılan gerçek askerler

İronik:

Filmin başında Jim kliseden eve gelirken evinin önünde Çinli, yaşlı bir dilenciye rastlar. Dilenci duvar dibine oturmuş elindeki boş teneke kutuyu kaldırıma vurup ses çıkararak sadaka dilenmektedir. Jim, yaşlı dilencinin yakarışlarına şaşkın bakışlarla karşılık verir. Ortalara doğru geldiğimizde ise, toplama kampında Japonlar tarafından tutsak edilen, İngiliz ve Amerikalı' ları ellerindeki boş teneke kaplar ve kaşıkları birbirine vurmak sureti ile açlıklarını dile getirirken görürüz.


Empire of the Sun (1987) - Çinli dilenci ve tutsak batılılar

Dokundurmaca:

İzlerken dikkatimi çeken iki ayrıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Birincisi, filmin henüz başlarında Jim' i eve dönerken arabanın arka koltuğunda çizgi roman okurken görürüz. Okuduğu çizgi roman Atomic Avenue' ya ait Wings Comics' dir. 1940' lı senelerin, savaş pilotları ile ilgili çok sevilen çizgi romanlarından biri. Jim' in okuduğu, Mart ayına ait 67 inci sayı.

Empire of the Sun (1987) - Christian Bale

İkinci ayrıntı ise yine filmin başlarında Jim ailesi ile birlikte arabada giderken gözüme takılan bir kare. Arabanın yanından hızla geçen iki adamın kollarında Nazi partisine ait bantlar taşıyo olmaları. Acaba bay Spielberg bizlere, Nazi Almanya' sının etkilerinin taa Çin' e kadar uzandığını bir kere daha hatırlatmak ihtiyacını niye hissetti diye sormadan edemedim açıkcası.

Empire of the Sun (1987) - Nazi armalı Çinliler

Çin Halk Cumhuriyeti' nde çekilmiş ilk büyük Hollywood stüdyosu yapımı olarak 1987 National Board of Review' ın En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini alan Empire of the Sun, Shanghai sokaklarında doğu ile batı ve geçmiş ile bugün arasında adeta bir köprü kuruyor.Bu enerjiden güç alan Steven Spielberg de bizlere savaşın, ufak bir çocuğu yetişkin bir adama dönüştürüşünün çarpıcı hikayesini başarı ile aktrıyor. Severek izleyeceğiniz ve arşivinizde yer alması gerektiğine inandığım bir film.

Benim Notum:    8.2 / 10

İyi Seyirler,

Rabarbacı